13 Ocak 2021 Çarşamba

evet

İnsanın dilinden gelmeyen elinden geliyor bazen. Uzun bir süredir elimi de dilimi de mühürleyerek yaşıyordum. Yaşanmamış sayıyor, görmezden geliyor ve inadına meşgalelerime devam ediyordum. Arkadaşlarıma gülücükler saçıyor, kendimi kitaplarımdan tutunarak ayağa kaldırıyordum. Geceleri kendimi yorgun olduğuma inandırarak uyutuyor, uyanınca yorgunluğumun geçmiş olduğuna inandırarak uyandırıyordum. Bu bir nevi kendimle yaptığım bir sözleşme gibiydi. Mutlu taklidi yaparak, özlemlerimi bağrıma bastırarak, kafa karışıklarını bir valiz hazırlar gibi katlıyordum ve yerleştiriyordum, tekrar, kafamın içine. Kalbimin attığını içten duymuyor, gökyüzü ve bulutların güzelliğini nefes sayıyordum. Yine şiirler okuyor, yine türküler dinliyordum elbet. Ama anlamadan dinlemeden bütün sızıntılarımı, bir merhem gibi sürüyordum tüm uzuvlarıma. Bir yandan da "Aşksız ve paramparçaydı yaşam." Alabileceğim tüm öğütleri hadis gibi geçiriyor ama kendi doğrularımdan da bir o kadar uzaklaşıyordum. Kendi eksenimden kayıyordum anlayacağınız. Dünya güneşin etrafında, ben önüme dizilip duran yığınca metaryal etrafında dönüyordum. İçten içe bir yalnızlık bu, evet. Çöplüğe dönmüş eksenimin yeni farkına varıyorum, ne yazık. Hayatım boyunca çabaladığım, uğruna diller döktüğüm, destanlar yazdığım her şey; ey eğitimim , ey aşk-ı hayalim, sukutüm, dönencem, ey parçalara ayrıldığım yapboz parçalarım.. Sessizce uzaktan izlediğim sizler, benim biricik sevdalılarım.. Kedim, Nazım... Sana "Nazım" ismini verirken canımı bu kadar acıtacağını bilmiyordum. Canım ev arkadaşım, sana bu kadar alıştığımı, seni bu kadar sevdiğimi farkında olmadan konuk etmişim seni yüreğimde. Benim elleri mürekkepli hocalarım, eteklerinize olan minnettarlığım bir dağ gibi büyümüş içimde. Ey hiçlikten gelen aşk, bilmiyordum senin bu denli beni aptallaştırdığını. Kendimden özür dilerim en çok. Bu kadar hassas olmayı ben seçmedim. Yaşlılara ve çocuklara dayanamaz oldum. Dünya neden bu kadar adaletsiz olmak zorunda ki? Neden bu kadar kör, sağır olmamız? Bu dünyanın kötülüğüne aklım erseydi şayet, terkederdim burayı. Beni bu dünyanın etiğinin kemiği çözebilseydim şayet adım gibi yaşayamazdım belki de. Ne yalan söyleyeyim bazen de kendimi o kadar cılız hissediyorum ki. En ufak rüzgarda kopabileccek bir dal gibi, yeşilsiz, meyvesiz, o denli çırılçıplak.. Beslendiğim ne varsa o kadar ihmal etmişim işte. Değerlerimi de tanıyamıyorum bazen. Siz kimsiniz diyecek olsam mesela, tutup sanane diyecek kadar yabancılar bana. Çoğu zaman acı ile ilk tanışıklığım geliyor aklıma. Kiminiz bilir, acı ile ilk kez çığlıklarla tanışınca geri kalanların da öyle olacağını düşünüyorsunuz. Ancak acıya, kedere alıştıkça sessizleşiyor dünyanız. Öyle fark edilmeden yaşayıp gitmek istiyorsunuz. Kimse beni görmesin, kimse beni hissetmesin. Gözünüzdeki parıltıyı bir sandık gibi kullanıyor, saklıyorsunuz. Bazen "kill me sofly" diye bağırarak şarkı söylediğim için başıma geldi sanıyorum. Bu kadar hassas olmayı ben seçmedim dostlarım, okuyucularım... İçimde hala umut var ancak içimdeki umudun beni öldürmesinden bile korkar oldum. Yakın zamanda geçmişle yüzleşmek zorunda kaldım sanırım, evet, geleceğimden kaçarak yaptım bunu. Delirdiğimden korkuyorum kimi zaman. Bu yazıyı okuyan her kim dostum varsa, nolur beni ona iyi gelmem için kullansın. İyi gelmekten besleniyorum sanırım. Sanmayın ki ben çok iyi bir insanım. Unutan ve unutmaya meyilli biri olarak söylüyorum ki bu eksiklik beni hiçbir zaman yaşamaya yeterli kılmayacak. Birçok insan gibi... Kendimi bir süredir başarılı olmaya adamış idim.  Yapmış olduklarım, yapacak olduklarıma birer meşale olacak kalacak diye avuttum kendimi. İnanın dostlarım, inanın bana. Yeterli gelecek sandıklarınız sizi bir rehavete sürükleyecek kadar yanıltıcı olabiliyor. İnandığınız ne varsa sıkı sıkı sarılın, inandığınız kim varsa şefkatle kucaklayın. Çünkü bu dünya kendimizi kandırmak için yeteri kadar uzun değil,  güzel değil,  gerçek değil.

21 Mart 2020 Cumartesi

siz?

elimden gelse kopardım sizden, elimden gelse bir kaşık suda boğardım sizi. elimden gelmediğini anladığımdan beri burada böyle hoyratça parçalıyorum kendimi. bir gözüm içimde, bir gözüm de sizde çoktandır. hangi yola baş koysam bulamıyorum sizleri, sezemiyorum kimi zaman. çoktandır yalnız bir şahin gibi ölüyorum açlıktan. susuzluktan kapanıyor göz kapaklarım ve siz karşımda ve siz çok uzağımdasınız. çabalamak sözcüğünün vücut bulmuş hali gibi hissediyorum. önceki hayatımda bir savaşçı olduğumu inandırdılar beni. ondan beridir sanmıyorum dünyaya bir kere daha gelsemlerin gerçek olduğunu. bazen sizler için yaşıyormuşum gibi geliyor inanır mısınız? inanmayın. bazı geceler siz aklıma gelemeden uyuyakalıyorum ne yazık. özür dilerim. bu çağa ayak uydurmak değildi niyetim, bu çağa böyle kol kanat germek hiç değildi. yalnızlıktan mı ölürüm bilemem ama beni bir şeylerin günden güne öldürdüğü ortada. ne zaman derin bir nefes alsam o safsafonun direği kırılıyor içimde. ne zaman kendimi atıversem sakince yatağıma o tahta kuruları gibi kemirirsiniz beynimin herbir yanını. ufaktan bir duble Chet çalsa birtakım insanlar. bu ben söylemeden yaptıkları en iyi şey olurdu. zaten neyi bile isteye senin için yaparlar ki, değil mi sevgili klavyem? dilerdim ki klavyemin bir ağzı olsun. sözler veririm ki kalbi olsaydı hiç kırmazdım onu. sanki annemi yaralıyor gibi bu hallerim. sizlere verdiğim önem onu benden uzaklaştırıyor gibi. ne yapsam bilemiyorum, hangi yanıma güvenip hangi maskemi taksam yüzüme. henüz oldukça gencim, sağlıklıyım da sanki. ama ne kadar daha genç kalacağım meçhulken neden ısrarla bırakıyorsunuz beni. sen istemiyorsundur diyorsunuz, duyar gibiyim. kafamın içinden çıkmanıza karar veriyorum bazen. ama her karar gibi bu da mazlum mazlum başını sallıyor bana. söylesenize nasıl bir mahlukatın içine girdiniz, neden beni seçtiniz onca insan dururken. ben etten kemikten bir havva. inanıyorum benim için yaratıldığınıza ateş tarafından. inanıyorum benim için yıkandığınıza su tarafından. sahi ateş ve sudan ibaret olmayan var mıdır? uzak durun benden. bırakın sakince öleyim bahtiyarsızlıktan ya da güler yüzlülükten. bu yol dikenli biliyorum ama şu çilek kokan mum için bile çıkılmaz mı ona? yol sizseniz eğer gölgemden bile korkarım ben. neden beni bir o kadar korkutup bir o kadar da mutlu edebiliyorsunuz. ayaklarım hep size doğru geliyor ama siz ben geldikçe uzaklaşıyorsunuz sanki. siz benim oldukça perspektifi de sorgular oldum, yatay ve dikey mutsuzluğu sorguladığım gibi...geçenlerde şimdiki gençler nasıl diye değil neden diye sorguluyor dedi birileri. duymasaydım daha mutlu olurdum. böyle yavaş yavaş tüketiyor insanlar beni ama ya siz daha önce davranırsanız? siz benim işime neden karışıyorsunuz böyle,  65 yaş üstü gibi... sizi unutacağıma yemin ediyorum her gördüğümden annemi ama Miles Davis gibisiniz. beni nerelere sürükleyeceğinizden haberiniz var mı sizin? kaç kez yerle bir oldum sizin gibiler yüzünden. ama beni bugüne buralara da siz getirdiniz. kulağınızdan tutup sallayıp kendinize getirmek lazım sizi, başka türlü annemi mutlu edecek gibi değilsiniz. bu "arada kalmışlık" kanımı emiyor.

2 Temmuz 2019 Salı

anlatamıyorum

bir cem karaca şarkısında, bir Turgut uyar şiirindesin. boylu boyunca uzanıp akan şu nehirlerin prangalarından çıkıp gelmişsin baharımın orta yerine. hep böyle soğuk mu olur senin kışların, hep böyle mahmur mu bakar gözlerinin ahu renkleri. şu akıncı tepsileri dizsek bir ucundan bir ucuna dünyanın senin verdiğin bahtiyarın yanında soluksuz kalır, susuz kalır. Gözlerinin kapatmışsın bilmem hangi gecenin hangi yıldızının koynuna. İlaçlarımın, dermanımın yangınına koşar ateş dökmüşsün sularını. Koskoca evren, küçücük insanlar derler filozoflar, bilim adamları, sanatçılar. Hangi tabloda buldun Escobar'ın talihini de Tanrı seni böyle, seni böyle bir pamuk tanesi gibi bırakmış omuzlarımın üstüne. Bir hayli yorgunum, yorgunluğum mavisi ile kırmızısınadır aşkın. Uzun ahıtların yakıldığı kınalar bir bir duvarlarıma meze olmuştur şimdi. İçkisiz, dertsiz, tasasız bir tatilisin yüreğimin. Sahiplikten uzak bir bilmecenin cevabını andırır sol yanağındaki ben. Benim cümlelerimde anlam bulmak için sana bakmalı. Bu dünyanın dönüşüne bir neden arayanlar vardır imiş, dönüp dönüp sana bakmalı. Hep böyle mahmur mu bakar balkonlardan hatmi çiçeklerin. Üstünü yağmurun örttüğü mor bir hatmi çiçeğinin. Dolmuşlar geçer evlerinin önünden, her birinin güzergahı aklıma nakış nakış işlenmiştir. Kafanı koyduğun her ne varsa şayet sevgili adamım, at onu da sarıl benim yeşeren tohumlarıma. gökyüzüne bir sandal ile açılalım. Güneşin söndüğü yerlerde bile senin adın geçmez şimdi. Ne bilir insanoğlu ciğerine yapışanın bir avuç keman gıcırtısını olduğunu. Hangi balgam söker benim boğazımdan senin olmanın, sana olmamanın verdiği yumruyu. Kendi dilimde şarkılar ezberlettiğin günlerden yazıyorum. Şehirden ayrı, senden gayrıyım. Dibine ışık veren bir mum kadar bencil, bir analık kadar erdemliyim. Sana çıkan yollar kapalı şayet, ben ise yollardan çok uzaktayım. Aklımın bölünmüşlüğü ile büsbütün dirseklerindeyim. Hisset beni eklemlerinde ki duy bu kıvrılmalarını sancılarımın. Sen kalkıp gidersin bu kanepeden ben bu kanepenin varoluşundayım. Tut beni, al sana, sar seni; bana. Çıkman için kuytularımdan ne kadar rüşvet ister bu kaderi yazan kader bilmek isterdim. Beni tavlamak kadar kolaydır şimdi senin için, bir yalnızlığın yorganı olmak. Sonunu getirebilecek gibi değil. Sonu öyle son gibi de değil. Sonlar da senin gibi, uzak ama yakın gibi.

13 Haziran 2019 Perşembe

Dağıtmaları Derlemece

‌Kulaklarımda çalan bu güzel Preisner parçasından özür diliyorum. Aklım ve kalbim arasında sıkışıp kalmışlığım kopardı beni senden ve buna göz göre göre izin verdim. Dışarıda çarşaf gibi dingin hava, bugün bulutları izine çıkaran gökyüzü, faturası ödenmiş güzel şehrimin güzel ışıkları, özür dilerim. Bu şey beni sizden mahrum bırakıyor. Oysa sizsiz nasıl da annesi tarafından sevilmeyen çocuk gibiyim, kırk yılda bir gibiyim. Benim buralarda kırk yılda bir çabuk gelir. Geçenlerde oturduğum, kendi kıyımı iskelesindeki muhterem iskemle, sana koşuyorken ayaklarıma yağ gibi geliyor beton. Bir yağmur bir denize nasıl vurursa öyle vurdum dizlerimi. Bir sisin dağlara çıkışı gibi kan damladı en öksüz yerlerimden. Çenemin altında sular birikmiş, köprülerin üstündeki bıyıkların günü gelmiş gibi geçiyor motorlar. Bağıra çağıra sevişiyor üst komşu ve susarak seviliyor yan komşunun kızı. Güllerle bezenmiş birkaç söz, yumuşacık parmak uçları ve koyunluk başlar... Nitekim horozların kıymetini bilen olmaz tavuklar kadar. Kırmızı rujlarını toplayıp çöpe kaldırmış bilmem ne mahallesinin bilmem ne yosması. Öyle vazgeçişler ele geçmez her defa. Şuan kıyının birinde bir balık yaşam mücadelesi veriyor, çırpınışları sağır ediyor kulaklarımı. Özür dilerim, şuanda olmam gereken tüm enlem ve boylamlardan ve özür dilerim sevgili Cemil Meriç. İçemediğim tüm şaraplar, bağ bozumu ırgatları, toprağı eşeleyen çapa, gübresine muhtaç olunan inekler... Herbiriniz göğsümde, işte tam şuramda. O koca yaşlı çınar ağacı, yılların eskitemediği küslükler ve yıldıramadığı dostluklar, anadolunun her bir sokağını karış karış kucaklamış toprak... Ana rahmindeki en küçük organizma, havadaki azot ve namaz kılan takkaler.. Selam olsun size. Bir kurşun kalem ile yitip gidebilecek canıma can kattınız. Omzumun üstünden dizlerime kadar uzanmış bir çarşaf gibi sarıyorsunuz bedenimi. Beni bir eşya gibi satıyor ve anne gibi kucaklıyorsunuz. Teşekkürler Tanrıya günün herhangi bir saatinde, herhangi bir yerde ve biriyle neden diye sorabildiğim için. Ey altımda kalan yatak ve duvarıma tecavüz eden sinek, yere düşüp beni korkutan şarap şişesi... Yazıklar olsun günlerimi verdiğim kalemlere ki beni böyle derde koydunuz. Aklı ve kalbi arasında sıkışıp kalmış küçük bir pireyim. Oysa biricik olmak isterdim; bir La Fontaine masalı. Oysa biricik olmak isterdim; Venice kıyısındaki bir deniz kabuğu... Saat iki yönünde vızıldayan arıcık, gel kon parmak uçlarıma. Seni tüm kalbimle nasıl sevdiğimi göstereyim. Umarım verdiğim by şefkat karşısında iğneni damarlarıma sıkıştırmayacak kadar insan değilsindir. Köyümün mezarlığında gezen yılancık, gel emzireyim seni atar damarımla. Gökte uçan kuş, okyanusun yaralı balinası, dut ağacındaki minik koza ve ulu Titanlar! Bir insan bir insana neden büyük gelir? Tutun şu bacaklarımın ucundan savurun beni Koios'un bağrına. Ne de olsa tüm ümidim onun deryasıdır. Perilerinizin kanatlarına çıkarın şu bedevi yüreğimi... Ey Mecnun, Ey Ferhat, Ey Kerem! Peşi sıra koşmayı öğretin bana, kör olmayı, delirmeyi ve tükenmeyi nihayet. Sesleniyorum Tanrım, yüzünü göster bana şu dünyanın. Ellerini öpeyim toprağın, yüzlerini süreyim dağlara, ovalara, yeni düşen yapraklara. Anası olmaya razıyım tüm tüm kelaynakların. Sesleniyorum Tanrım, yarım kalmış bir asrın ayak izlerini duyuyorum. Fısıldıyor bana şu gecenin yaslı ateş böcekleri, samanları ve  varisli omurilikleri. Başıma bir şapka ve sırtıma bir çulunu eksik etmeyen koca yel değirmenlerine uzatıyorum ellerimi. Yel değirmenlerine, yel değirmenlerini, yel değirmenleri ile. Öğüttü bu yaşamak beni. Bir dedem olsaydı hani, yazmazdım bu avuntu türküleri. Al beni medcezir, alnın ortasında duran böceğe yaptığın gibi. Yaz beni Ey Sovyetler, meydanında döktüğün kanları yazdığın gibi!.. Kanattı beni bu kararsız yük bulutları, bir gülün bülbüle yaptığı gibi.

1 Mayıs 2019 Çarşamba

ismini koyamadım

Gök şakaklarıma yalvarır gibi
Kendini yerden yere vuruyordu
Bir uzay gemisi atmosferi aşmış
Bir çocuk, düşürmüş dondurmasını
Bir kırgıbayır daha kalmış ayaklar altında
Öyle yaban öyle hain ki denizlerde dalga
Şakaklarıma yalvarır gibi
Şimdi şu uzaklardan kayan gece
En uzağındadır düşlerimin
Ben inanmazdım öyle yetim kalmış dizelere
Ben inanmazdım hiç
Öyle boylu boyunca serilsin yere sözcüklerimiz
Kan akıyor tırnaklarımın yere değdiği yerde
Bir iskeleye bir iskemle çekmişim
Ayaklarım suya değmiyor
Sanki ben hiç olmamışım böyle iri yarı, yetişkin
Birileri denizlere içki boşaltıyor görüyorum
Gökten kadeh kadeh viski boşalıyor
Şakaklarıma yalvarır gibi
Uzun uzun bakışıyoruz
Ben sana öylece doğruları anlatıyorum
Yüzüm kızarıyor
Doğruları anlatmaktan utanıyorum,
Öyle boylu boyunca serilmiş sözcüklerim
Senin elinde bir cımbız, saçlarımı yoluyorsun
Ben inanmaz hiç
İnsana zarar gelmez sevdiğinden
İnsanın gönlündeki neyse avucundaki de odur
Dağlar var irili ufaklı
Yaman, hain dağlar altında kalıyor güzelimler
Şakaklarıma yalvarır gibi
Bir iskemle daha çekilmiş yanıma, iskelede
Öyle yürek attırıyor,
Bulutlar
Yakalarlar
Yalnızsan alırlar
Öyle de bir mahzen isterim ki...
Sen o iskelede, iskemlede yanıma oturmuşsun
Şiir olmuşsun, bana yazılmış
Türkü olmuşsun, bana yakılmış
Destan olmuşsun, bana ezberlenmiş
Şimdi ben buralardan ceketimi alırım
Doğrularım kalır sizinle, yalnız onlar kalır
Şimdi ben buralardan çekerim ellerimi
Bu ıslıklar yalan kalır, yalancı kalır
Şakaklarıma yalvarır gibi

16 Şubat 2019 Cumartesi

ya sonrası?

Yenimahalle ışıklarını karşısında, bir Ankara ayazından yazıyorum. Şehri o kadar çok sevmişim ki artık sokakları üstüme üstüme geliyor. Küçük bir kaçamak mı? Beklentiyi ölçüsüz yükselttikçe nasıl baş aşağı çakılacağını gördüm. Bu şehrin bulutları ve yeryüzü ile arasındaki mesafe o kadar dar ki... Kafamı kaldırdığımda o kadar bulutum ki, önüme eğdiğimde ise koskoca bir çukur. Güçlü yanlarıma çivi çakılmış da daha fazla zayıflık eklemiş gibi yaşantıma. Altımdan iskemleyi çekmişler de bu ulu iki bacağım beni sırtımdan vurmamış. Başımın üstünde bir elma, tonlarca bıçağı sıyırıp geçirmiş beyin loblarım. Sol tarafında yarin resmi vardır, düşünerek uyurum geceleri. Düşünerek uyurum gündüzleri de. Mermer bir avlunun orta yerindeyim gibi, bağdaş kurmuş hayaletleri kovan kuşlara yalvarırım. Rüzgarı bu şehrin buz gibidir de güneşi yakar bu şehrin. Hikayeler yazılmış, şarkılar şiirler de dökülmüş ama yarin kalbi bir bende kadem basmıştır. O sıcak demir her vurduğunda bir hayvan gibi sırtına, kaldırmış seni; tutmuş kelepçenden de tutmuşlar işte. Ah yaş ve kuru yemişler. Yemişlerin en güzeli henüz yenmemiş olandır. İyinin her zaman daha iyisi vardır. Kötülük yanı başımızda, seccadelerden bile çok. Ne mutlu temiz kalanlara, ne mutlu kırbacın tadına bakmayanlara. Bu kasvetin ortasında türküler bile davul gibi, güm gelir. Bu katil sokakları şehrin, her yerinde ayrı anı vardır. Görüyorum bazı köşe başlarında, her bir telden ıslıklarımı tüttürmüşüm. Ama ağlamışım,  ama batmışım bitmişim... Bir de omuzlarda, el üstlerinde yürümüşüm. Kuş sütleri içirilmiş bana, arı kovanları önlerime serilmiş. Sonra da elinden oyuncağı alınmış bir kız çocuğu... Sağırlar duymuyor diye küfür etmek ayıp mıdır? Sağır olmasak da yüzümüze gülüp küfür edenleri sırf gülüyor diye affediyoruz. Bu dünya dönüyor da bu şehir bu dünyaya fazla. Kafamı kaldırınca bulut olmuşum da önüme eğince çukura dönüşmüşüm. İçim o denli sızlıyor ki, kafamı kaldırınca çözülecek. Kafamı kaldırınca her şey çözülür. Islıklarım gelir aklıma, kaldırımları ezberlediğim anlar, ayaklarımın beni götürdüğü karanlıklar.. Aklım bir kuş olup uçsaydı annemin yanına giderdi. Annem böyle hep sarılır, itsen de içine çeksen de sarılır. İçim o denli sızlıyor, kuşlar koysalar yollarıma belki ha. Toz pembe yalanların tozu gitmiş de pembeliği serpilmiş geceye. Gecenin pembesi bile içimi sarartmıyor. Gecenin karanlığı bu kadar çekici iken insan neden pembeye hasret çeksin ki? İnsan çeksin, acı çeksin, içine çeksin, sıkıntı çeksin, of çeksin, iç çeksin.. İnsan çeker bir kere? Ya sonrası?

30 Ocak 2019 Çarşamba

Sesli Sessiz

Hoyratça süzülüyor alnım elyaf yorgandan. Ayağımın altından sehpa çekiliyor sanki. Öyle bir nefessizim, öyle bir nefessizim ki. Seraplar vuruyor beynime. Atlantik'in orta yerinde savruluyorum gibi ismi hiç duyulmamış, satılık adalara. Güneş güzelce vuruyor, kavruk kavruk eziyor bedenimi. Ben bir makineden çıkmışcasına hareketsiz ve cansızım. Tuzdan damlalar akıveriyor kasıklarımdan. Dizlerimin titrediğini hissediyorum nedensiz. Böyle işlediğim bir suçun beni ecele hazırlaması gibi bir his bu. Yorganım da üzerimden alınmıştı oysa ki. Gözlerimi açıyorum birden gülüveriyor çölden vahalar. Gözümü bir açıyorum denizden kaleler içinden, bir açıyorum eğilmeye yüz tutmuş bir çiçeğin dalında. Ha düştüm ha düşeceğim. Nedendir acımasız bir gerçekle yüzüm yıkanmış. Biraz durulmuşum kıyılarında adaların. Biraz da utanmışım kumlardan. Adım atar gibi ama bir gıdım gitmiyor gibi bu uyluklar. Kaskatı kesilmiş göz bebeklerim yine kitlenmişim karanlığın bir köhnesine. En sevdiğim şarkıları çalıyorlar, en sevdiğim şarapları seriyorlar önüme ve ben en sevmediğim anlarından birindeyim anlarımın. Bir ses duyar gibi oluyorum. Var olan titrek bir ses çarpılıyor kulaklarıma ben çarpılıyorum. Şimdi ben biraz sersemim de bu sersemlik geçer elbet. Şimdi ben biraz soğuğumdur, ayaklarım soğuk betonlardan çıkmış gelmiş. Oysa uyarmıştı beni. Ben yine sadece söylemek istediklerimi cesurca söylemiştim. Halbuki cesur da değildim. Sadece acemi şansına güvenmiştim, biraz da gözlerimde gördüklerine. Yanılmış olmanın ürkekliği ile daha fazla cesareti bir çekmeceye kaldırıyorum. Ben birçok zorluğa birçok acı gerçeğe göğsümü bir deniz feneri gibi germişim. Ben sesli sessizleri oynamışım da bir kere çığlık atmamışım dümdüz çarşaflara. Sesimi kısmışlar, sesimi susturmuşlar benim. Ellerini alıp yüzüme götürmüşüm. Böyle koklaya koklaya öpmüşüm ellerinden de bana mısın dememiş. Tüyleri bir kere bile diken diken olmamış. Adım unutulmayacak kadar tozlu değil, alnım bir evren bozması gibi açık. Şimdi baş belasıyımdır, belki geri kafalı biraz. E biraz da duman olup uçmuşumdur. Üzüldün mü deseniz, bir taşı ikiye bölecek kadar. Ama sevindin mi deseniz, nüfusu çocuklardan oluşan bir köy kadar. Ağladım mı, denizler göller kadar şüphesiz. Güldüm de, yankı yankı güldüm. Çabucak kucaklayıveriyorum her şeyi. Belli ki ben hayatımda her şeyi öyle fütursuzca öyle dipte, öyle erken yaşıyorum. Aklımda uzakları gösteren, çok uzakları bir gösteren dürbünüm olsaydı keşke. Şimdi tutanacak birçok dal vardır da ben neresindeyim ağacımın. Umudumla taş bir iskemleye oturup türküler söyleyecek kadar açık olması her şeyin... Kararsızlık, belirsizlik bana göre değil. Olsa keşke. Birazcık daha tahammülüm olsa bu dünyaya her şey daha farklı olabilir. Birazcık daha yüzüm olsa ya da cesaretim her şey daha farklı olabilir. Kalbi fırlatıp atmaya da beynimi söküp çıkarmaya da yetmiyor tecrübelerim. Bir iki güzel söz yeter kandırmaya, bir kaç kaçamak bakış yeter unutturmaya. Haykırmak falan da istemez belli ki.
Kayığımda gidiyorum biraz daha. Kafamı kaldırmaya mecalim kalmamış. Ne zaman ki güneşle göz göze gelsek kafamdan bastırıyor bir el beni. Ben tüm kadınların acısını yüklenmeye hazırmış gibi savaşçı, ben bir daha ayağa kalkamayacak gibi solgun bir inci tanesi. Nerede benim umutlarım, nereden benim en ufak tutunmalarım sevgilerime. Neredeyim bulamıyorum. Beni bulan, ışığa götürsün. Beni bulan, yarin ayaklarının dibine... İçi acır da belki, karanlığıma geri bırakır. İçi acır da belki, enkazlara gömer beni. Canı yanar da belki, öper bileklerimden.

29 Ocak 2019 Salı

üç nokta

Çoktandır geleyim diyordum, ihtiyacım vardı buraya. İlaç içe içe iyileştirebileceğime inandım kendimi. Yazmadan, zehri dökmeden durulmuyor oysa ki. Şehirden çıktım, bir hafta oldu. Özledim hemencecik şehri. Hep şikayet ettiğim o köhne odayı bile arıyor gibiyim. 20 yaşına girdim bu arada geçenlerde. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim bir yaşıma daha girdim. İdealist olarak başladığım bu güzel blogun sahibi artık sadece yaşanması gerektiği gibi yaşıyor. Bile bile göz göre göre hak etmediği bir hayatın çizgisini çizmeye başladı bile. Ölüm istiyorum sanırım, fazlaca ölüm. Kendim için değil şuan için. Ölüm acısını damarlarımda hissetmek istiyorum. O son demine kadar tatmak istiyorum. Sonrasında her şey düzelmeyecek elbette. Kapatamıyorum gerçeklere gözümü çünkü, akışına bırakamıyor, olduğu gibi kabullenemiyorum. Daha iyi kararlar vermek için çabalıyor ama olduğum yerde çakılıp kalıyorum her zaman. Şöyle kapıyı açsak da bulut girse diyorum içeri. Öyle biri olsa ki elinde bir fincan kahve gelse en zor anlarımda. Kalkıp kendi işimi kendim görmek zorunda kalmasam böyle her çağımda. Birileri de ben söylemeden ellerimden tutsun ne olur. Ha tabii neymiş, bu gürültüde bizi bizden başka kimse duymaz. Biz kimiz sahiden? Aklımla kalbimin arasında kalmış bir sümüklü böcek gibiyim. Neresinden tutsam kaygılarımın elimde kalıyor. Savaşta değilim ama sanki ben o savaşı kendi kendimi rendeleyerek vermişim gibi. Sanki kurşunlar ağır çekimde geliyormuş da ben de öyle sıyıracak sanıyormuşum gibi. Öyle durağan, öyle tehlikeli. İçimdeki bu derin devletin çıkması elbette muhtemeldi, az da kalmıştı, biliyordum. Ne yaparsam yapayım ne kadar büyürsem büyüyeyim hiçbir şeyin buraya gelmesini engelleyemiyorum. Güçsüzlük hiç kazanmamışların zaferidir aslında. Kapatamıyorum gözlerimi hiçbir şeye kahretsin. Hayatımın müdahale edemeyeceğim yerlerini yeni yeni keşfediyorum. İçerilerde bir yerlerde değiştiremeyceğim parçalar var, tıpkı geçmiş gibi. Bazen aynaya baktığımı sanıyorum örneğin ama gördüğüm sadece çamurlu sudan ibaret. Yıkayamıyorum aklımı, zihnini temizleyemiyorum. Üzgünüm kendim, çamurlu su ile ancak bu kadar. Kusurlarınla ancak bu kadar.
Bazen uzakta durmak için çok yakın olduğumu görüyorum. Öyle gün batımı gibi, öyle martılar gibi, öyle bulutlar gibi uzaktan bakmayı sevdiğim birçok şey var ve birkaç kişi. Ben küçük bir nokta iken daha faydalıyım biliyorum. Ben yokken daha yararlı. Bu akıl karıştırıcı, kalp kırıcı benliği içimden atamıyorum. Çıplak ayakla, patikalar.. Herkes bilmez ayağa giren çakılı. Çakıl da bilmez üstelik, ayak da bilmez, patika ise mutlu son ile biten hikayelerin başrolü olmanın verdiği mutluluksa acıdan bi'haber imiş. Oysa yosun kokusu etrafında bir iki şezlong yeterdi bana. Ne patika olmak istedim ne atak ne de bir çakıl taşı. İşte bu ütopyalarda yaşamadığımın en büyük kanıtı değil midir? Hayır değildir. Çünkü ben o patika olmak isyerdim ya da o çakıl taşı... Öyle savrulmak isterdim. Belki de bana yetecek olan şezlong değildi şezlong olmaktı.
Kurallar vardır değil mi, sonu bitmeyen katı kurallar. Aştım sanırım büyük bir kısmını. Ama buradan sonrası gitmiyor. Çünkü geçmiş önemlidir. Beni alsınlar da kuşlar koysunlar yollarına. Turnaları tablo diye assınlar geçtiğin sokaklara senin. Düğün yeri gibidir şimdi ellerinin değdiği duvarlar. Nasıl uzak kalacağım senden. Ya da nasıl yakın olacağım sana. Sanırım patikan olacağım, seni yalnızlığa ya da mutlu sonlara götüreeğim. Belki de bir çakıltaşı olacak, ayaklarına batacak canını acıtacağım. Belki de ayakların olacağım, omularımın üstünde olacaksın her daim... her daim...

4 Eylül 2018 Salı

EYLÜL

güzel bir şarkı çalıyor kulağımda ve ben evrenin hangi köşesinde bir nebze güzellik görsem, duysam, onu düşünürüm. Böyle içimden içime yükselirim, sığmam dağlara aşarım denizleri. Ne zaman isminin baş harfini görsem tarifsizce güler içim. 60 yaşında var gibi ne güzel günlerdi derim, kalbimin sesini duyarım onun sesinde. Ayaklarımı uzatırım bir iskemleye, içler geçer durur beynimden. Ah şimdi burada olsa, koysam kucağına ayaklarımı. Uzun uzun bakışsak, biraz zaman geçse ve gülmeye başlasak aynı anda. Aynı anda başka tarafa baksak önümüzde yine birbirimizden başkası olmasa. Sahi ne de güzel olurdu adını zikredince dönüp bakışlarını bana iliştirmesi. Omuzlarım istemizce havaya kalkar. Dün, bugün, yarın demişti geçenlerde.Savrulacak mıydık biz de bambaşka eylüllere. Eylüller hep böyle hüzün getirir sevgilim, özür dilerim. Biraz keyiflendirmek isterdim seni, aradığım zaman mutlu olmanı isterdim. Elinde eteğinde ne varsa bana koşmanı isterdim. Böyle yığın yığın sevgi aksın isterdim ağzından, dünyanın en çetrefilli ağzından. Oysa ne de zor seni mutlu etmek. Keşke sen de okuduğun bir kitapta benden parçalar bulabilsen, keşke senin de benimle en azından bir hayalin olsa... Oysa ben her gece seninle bir gece kuzey ışıklarının altında olmayı dilerim, bazen de üstünde... Oysa ben her sabah sana uyanırım, bazen de seninle... Senin de aklına geliyor mu bir gün benim öleceğim. Bir küvette kan revan içinde yatarken düşünüyor musun sen de? Ölüm var diyor musun? İnsanlar insanları eşya gibi görürler kimi zaman. Bazen bir tablo, bazen bir çanta, bazen bir evcil hayvan. Eşya olarak görmedikleri herkes birer tanrıçadır aslında. Şimdi ben sana tapmayıp ne yapayım ki. Keşke ellerini okuyabilsem kitap diye. Şimdi insan senden nasıl sıkılır, nasıl gider senden. Bir insan sensiz nasıl yaşar bilmiyorum. Senden başka gidecek ne yer ne de yol biliyorum... Belki bir ömür geçer, saklanır nisan resimlere, kalbimin sesi sen olursun yine...

15 Mayıs 2018 Salı

GALİBA SEVMİYORLAR

Girdik pencereler ardına. O gün söndü ışığımız, birer birer söndü ışıklarımız. Yalnızca ben uyanıktım, yalnızca aşkımız uyanıktı. Bir yer var biliyorum, duvarları is tutmaz evler var. Acı girmeyen evler olmadığı gibi. Şu yüreğimi savurmak isterim, tutup bilinmedik yerlere fırlatmak. Ne de kolay olurdu o olmadan yaşaması. Ne de hayatta kalırdım o olmadan. Şimdi şu cehennem ateşi ile kavrulan yüreğimi savurmak isterim. Havlamıyor köpekler, ağlamıyor bebekler, yürümüyor arabalar. Bir sen kaldın bir ben bilirim. Uzaktan bakıyorum evinin kubbesine. Gönlümün kabesi gibidir. Şimdi ben şu çocuk yaşımda ne yapmalı nasıl kazanmalıyım seni? Bana bağırırken nasıl da ürkek oluyorum ama ben bağırırım bilesin. Hangi çocuk benim seni sevdiğim gibi sever annesini. Sevgi neydi sahiden? Sevgi emek miydi sahiden? Şu kafamın içindeki solucanları alsın Tanrı ne olur. Ne olur şimdi mışıl mışıl uyusun ki sussun şu sancılarım. Sevgi emekti, ne dersiniz? Sevgi emekse şu kalpteki sancı neden? Ne olur alsın Tanrı şu kafamın içindekileri. Bir siğile benziyorum gitgide. Siyah bir noktaya dönüyorum. Elveda hepinize. Elveda senelerdir arayıp bulamadım Jüpiter. Beni bir sen anlamıştın oysaki. Ne olur Tanrı alsın şu kafamın içimdekileri. Kalbimdekini veremeyecek kadar cesurum evet. Ucuz roman kapağı gibiyim, öyle ilgi çekmeyen, öyle fırlatıp atılmış. Bu gözümden dökülenler saçmalıklar olmalı. Domdom kurşunu gibi saçılmış bir gencin yüreğine. Oysa ben de açılıp saçılmışımdır. Oysa ben de hayatımda ilk defa böyle gece yarıları sabahlamışımdır. Bize küçükken uyumamayı öğretmediler. Yoksa böyle zor mu olurdu sabahları kahpe dünyanın? Ucu bucağına kapılmış gibi buraların. Donla üşürsen şortla yanarsın gibi bir mevsim şimdilerde. Yaşadığım kentin bana getirdiklerini düşününce, aldıkları sadece bir gün ömürlük kelebek kalır. Ne acıdır bu benim yaşadığım, ne acıdır bu sorumsuz yaşayamadıklarım. Oysa şimdi seninle olmak isterdim. Huysuzluğum belki de yasaklamak istediklerime. "Geceleri onsuz uyuyamazsın." derim kendi kendime. İşte bu da benim ütopyamın ahlaksız kuralları. Ne de kıvanç duyarım kendi kurallarımı koymaktan. En güzel kurallar seni sevmekle alakalı olanlarıdır. Üzme onu, o seni ağlatsa bile. Bu emeklerin en güzeli değil midir? Bir insan bir insanı epey sevebilir biliyoruz. Bir insan bir insanı en çok ne kadar sever? Sonunu göremiyorum, kendi sonunu görebildiğim kadar.

14 Mayıs 2018 Pazartesi

ÖLÜYÜ ÖLDÜRMÜŞÜM ÇİÇEĞİ ÖLDÜRMEM

Pespembe adamlardan geçtik. Omuzları yüz yıllık çınar, gözleri çakıl taşları gibiydi. Parmak uçlarına değdi parmak uçlarımız. Birer birer anaları olduk her birimiz. Sevdik pembe adamları. Ağladığımız günleri uç uca koysaydık eğer bir bebe büyümüştü şimdiye. İçtiğimiz sigaraları saysan bir işçi amcamız zengin olmuştu, özür dileriz işçi amca. Sana vuran elleri kıracak bizim pembe adamlarımız. Onlar sadece bizi kırmayı bilmez ya, öfkeleri uzak dağlar ardından taşar da dibimize dökülüverir. Şarap şişesi gibi kırarlar onlar, böyle en hassas duyguları bir cılız ağaç dalı gibi kırarlar. Ağaç dalları bile kırılmaz be işçi amca, oksijenin yetmediği bir dünyada ağacın en cılız olsa dahi kırılmaz. Oysa bizim bacaklarımız etlidir, kalçalarımız yün yastık gibidir. Oysa bizim kollarımız ejderha kuyruğu gibidir. Eğleniriz, ateş saçarız kimi zaman. Yanaklarımızı eve götürsen, eve işçi amca, amcam, yıllarca yese küçük kızın bitiremez, yıllarca. Pembe adamlar çok yorulurlar, konuşmaya üşenmez susmaya mecalsiz... Bu gece de pembe adamlardan geçeceğiz, sırtlarında birer kadın memesi takmış gidiyorlardır sokak lambasının yanmadığı yerlere. Pembe adamlar kadın sevmez işçi amca, onları karı sever. Onlar sevmez, sevdirir; içmez, içirir. Oysa hangi şarap şişesini görmüşlerdi çıplak kadınlarımız kadar. Oysa hangi ulu anıt güzeldir bir kadınımız kadar.
Bu gece de benimle kalsın. Ben bir adamı seviyorum işçi amca, amcam. Sağ kolunun arkasında bir ben vardır. Burnun ucu bir namlu ucu gibi yuvarlaktır. Ağzı ince bir çizgi gibidir, öpmeye doyulmaz. Kulağının arkasında bir ben daha, omzunun üstünde bir ben daha. Şimdi yassılaşmıştır omuzları, ağır kafamın içindeki kaldırır. Ben bir adamı seviyorum işçi amca, onun rengi yoktur. Siyahı koyu siyah beyazı apaçık bir beyazdır. Anne evindeki tüller gibi... Onun öyle bir öfkesi vardır ki bir telefon ucundan kalbimi yakar. Onun öyle bir sevgisi vardır ki dünyanın öbür ucundan yüreğimi yakar. Onun öyle bir elleri vardır ki, gözlerimi kapatayım diye yüzüme örtüverir cenneti. Beni bıraksa keşke işçi amca, şimdi beni bıraksa ayak ucunda biterim. Ayak uçları benim için saraydır işçi amca. Öyle bir konuşur ki saat on ikiyi geçtikten sonra şarap şelalesine benzer. Şimdi ben bu doyumsuzlukla nasıl ölmeden bırakayım işçi amca? Şimdi ben ölmeden nasıl veda ederim, nasıl bırakırım kafesimi? İnsan bir seksenlik bir kafesten çıkmamak için ağlar mı işçi amca? İnsanın özgür kaldığı yer bir kafes ise kafes bir dünyadır aslında. ah canım kafes, güzelim kafesim. Boynuma bir de ip bağlasan, bir de ayaklarıma bir zincir ancak bu kadar tutabilirsin yanında. Gözleri sıradan bir kahverengi ama dünyanın en güzel sıradan kahverengisi işçi amca. İşçi amca ben böyle gözlerime bakınca alnımın çatından vurulmuş gibi oluyorum. İşçi amca ben vurulmuşum, göğsümün üstüne bir seksenlik bir adam oturmuş, rengi yoktur.
Benim bir de babam vardır işçi amca. Böyle ellerinden işçilik akar. En son gördüğümde 10 yaşındaydım. Güzelim on yaşım, ne çok şey alıp ne çok şey vermiş elime. Benim babamın başında hep bir şapka vardır işçi amca. Ayağında hep beyaz bir spor ayakkabı, hep bir gömlek, hep bir kot pantolon. Şimdi bana bütün spor ayakkabılar, bütün gömlekleri kot pantolonları dünyanın anlamsız gelir. Gözümün biri kapanmış da ben de hala hayattayım gibi. Ne de güzel kızar babalar, böyle kızarıp bozarıp el kaldırıp... Böyle ellerinden işçilik akar. İş dönüşü yığılıp kalmıştır da bir daha sesini hiç duyamamışımdır. Böyle bir yokuşun orta yerinde o baygın, ben hayatımın başında yılgın... Benim bir babam vardı işçi amca, belli ki yoktur çoğunlukla. Seneye onu gördüğümden daha fazla görmemiş olacağım. Cahillik akacak suratımdan, bilmezlik akacak, görmemezlik akacak. Şimdi hayatım su gibi akar işçi amca. Ben geçtiğim yollarında bir ölü bırakıp bir çiçek bulmuşum. Ölüyü öldürmüşüm, çiçeği öldürmem. Ah canım çiçeğim, güzelim çiçek. Buram buram sevda koyuyorsun. Buram buram açıyorsun yaralarımı buram buram da kapatıyorsun aynı zamanda. Mucizesin sen, kimselerin aramadığı da benim bulduğum bir mucize. Siyah beyaz sevdam benim... Ölüyü öldürmüşüm seni öldürmem. 

evet

İnsanın dilinden gelmeyen elinden geliyor bazen. Uzun bir süredir elimi de dilimi de mühürleyerek yaşıyordum. Yaşanmamış sayıyor, görmezden ...